Navia Psikoloji
#Psikanaliz #Yıldönümü Tepkisi
YILDÖNÜMÜ TEPKİSİ: Kayıpların Yıldönümlerinde Bize Ne Olur?

İnsanın yaşantısında derin iz bırakan travmatik deneyimler, yalnızca gerçekleştiği anda değil, sonrasında da belirli zamanlarda yeniden hatırlanır. Aradan yıllar geçse de bazı tarihler, mevsimler ya da benzer koşullar, bu deneyimlerin duygusal yükünü yeniden canlandırır. Bu durum psikanalitik literatürde yıldönümü tepkisi olarak adlandırılır. Yıldönümü, yalnızca takvimde işaretli bir gün değil, travmatik deneyimin bilinçdışında tekrar sahnelenmesi anlamına gelir.


Kayıp deneyimleri, yıldönümü tepkilerinin en sık gözlemlendiği alanlardan biridir. Sevilen birinin kaybının ardından başlayan yas süreci, hem geçmiş ilişkilerin hem de geleceğe dair beklentilerin yeniden örgütlenmesini gerektirir. Ancak bu süreç doğrusal ilerlemez; belirli tarih ve anlarda, özellikle de yıldönümlerinde, kaybın etkisi yeniden belirginleşir.


Yıldönümü tepkileri, kaybın üzerinden uzun zaman geçmiş olsa dahi belirli günlerde duygusal, bilişsel ve bedensel düzeyde ortaya çıkan yoğunluklarla kendini gösterir. Kimi zaman huzursuzluk, geri çekilme ya da tekrarlayan düşlerle; kimi zaman ise bedensel yakınmalar veya ilişkilerde gerilimlerle belirginleşir. Burada yıldönümünün yalnızca takvimsel bir tarih olmaktan çıkıp, bilinçdışı düzeyde geçmişle şimdiyi birbirine bağlayan bir eşik haline gelmesi dikkat çekicidir.


Bu fenomeni anlamak için Freud’un tekrarlama zorlantısı kavramı önemlidir: kayıpla ilgili duygular, bilinçdışında işlenmemiş biçimleriyle yıldönümlerinde yeniden sahneye çıkar. Klein’in nesne ilişkileri kuramı ise, kaybın yalnızca dışsal bir yokluk olmadığını, aynı zamanda içsel nesne dünyasında bir sarsıntı yarattığını vurgular. Yıldönümleri bu nedenle, bireyin kayıpla birlikte içsel olarak ne ölçüde yeniden güven duygusu geliştirebildiğini ya da hangi noktalarda kırılganlığın sürdüğünü görünür kılar.


Yıldönümü tepkileri yalnızca bireysel düzeyde değil, kuşaklar arası aktarım bağlamında da ortaya çıkabilir. Örneğin ebeveynini belirli bir yaşta kaybeden bireyin, aynı yaşa geldiğinde benzer kaygılar yaşaması ya da kendi çocuğu aynı yaşa ulaştığında yoğun endişeler hissetmesi, yıldönümü tepkisinin nesiller arası bir boyutunu işaret eder.


Kaybın farkına varabilen ve onu sahiplenebilen bireyler, yıldönümü dönemlerini genellikle daha bütünlüklü ve yönetilebilir biçimde deneyimleyebilir. Buna karşılık kaybı inkâr eden ya da bastıranlar için yıldönümü tarihleri, daha yoğun ve parçalı duygusal yaşantılarla geçebilir. Bu nedenle, sembolik düzlemde kaybın işlenebileceği destekleyici ortamların bulunması önemlidir. Anma ritüelleri, paylaşımlar ya da terapötik süreçler, yıldönümlerinin yalnızca acının tekrarlandığı değil, aynı zamanda kaybın anlamlandırıldığı ve dönüştürüldüğü zamanlara dönüşmesine katkı sağlar.


Sonuç olarak yıldönümü tepkileri, travmatik deneyimlerin ve kayıpların zamana yayılan etkilerini görünür kılar. Kaybın kendisi geride bırakılmasa da, birey kayıpla kurduğu bağı yeniden düzenleyerek yaşamına devam eder. Bu tekrarlar yalnızca acıyı yeniden üretmez, aynı zamanda yasın sürekliliğini ve içsel dünyada yeniden yapılanma olanağını da bize gösterir.


Kaynakça:

Dönmez, S.  (2019). Anniversary of Bereavement: Phenomenology of Anniversary Reactions on Traumatic Loss of a Loved One [Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Bilgi Üniversitesi]. Yüksek Öğretim Kurulu Tez Merkezi veri tabanı.

Navia Psikoloji
#Dayanıklılık #Ebeveynlik #İlişki #Nesne İlişkileri #Psikanaliz #Psikoterapi #Sınırlar
DUYGULARIN EŞLİĞİNDE SINIR KOYMAK: Dayanıklılık ve İlişkisel Bir Yaklaşım

Sınır koymak çoğu zaman “hayır” demek, bir davranışı durdurmak ya da mesafe koymak olarak görülür.
Oysa bundan çok daha fazlasıdır. Sınır, yalnızca bir kural koymak değil; ilişkiye güvenli bir çerçeve sunmak, güveni korumak ve zor duygulara eşlik edebilmektir.


Dayanıklılık (resilience) dediğimiz şey de tam burada devreye girer. Bir insan, zor duygularla baş edebilmeyi ancak bu duygular karşısında yanında duran, ona eşlik eden ve yükünü paylaşan biri olduğunda öğrenir.


Sınır Koymak Sadece “Hayır” Demek Değildir


“Kaç kere söyledim, hâlâ anlamıyor” cümlesi, ilişkilerde sık duyduğumuz bir serzeniştir.
Çoğu zaman bunun sebebi, sınırın yalnızca davranışa yönelik konulması, duygusal bağlamının eksik kalmasıdır.


Bir sınır, ancak ilişki içinde ve karşı tarafın duygusuna temas edilerek konulduğunda etkili olur.
Yetişkin ilişkilerinde de bu böyledir: yalnızca “bunu istemiyorum” demek yetmez; neden istemediğimizi ifade etmek ve o esnada hisleri de gözetmek gerekir.


Dayanıklılık Bastırmakla Değil, Taşımakla Gelişir


Güçlü ve esnek bir ruhsal yapıya sahip olmak, zor duygularla baş başa bırakılarak gelişmez.
Birine “Geçer” deyip kenara çekilmek yerine, “Sana eşlik ediyorum, bu duyguyla birlikteyim” diyebilmek gerekir.


İlişkilerde bu tutum, karşımızdakine hem sınırın güvenini hem de duygusal destek hissini aynı anda verir.
Dayanıklılık, işte bu güvenli bağ ve duygusal eşlik kombinasyonuyla filizlenir.


Pozitif ve İlişkisel Sınırlar


Pozitif sınırlar, karşımızdakini cezalandırmak için değil; ilişkiyi korumak ve güveni sürdürmek için vardır.
Bu yaklaşımda “hayır” derken bile bağ korunur, sınırın nedeni açıkça ifade edilir, duygulara alan tanınır.


Örneğin:

* “Bana böyle konuşamazsın” demek tek başına yeterli olmayabilir.

* Onun yerine: “Söylediklerin beni incitiyor. Böyle hissettiğimde konuşmaya devam edemem” demek hem sınır çizer hem de duyguya yer açar.


Yetişkin İlişkilerinde Dayanıklılık


Romantik ilişkilerde, dostluklarda ya da iş hayatında; sınırlar koparıcı değil, koruyucu olduğunda güven artar.
Güvenli ilişkilerde insanlar hem yakınlık kurabilir hem de gerektiğinde mesafe alabilir.


Dayanıklılık, yalnızca kendi başımıza güçlü durmakla değil; zor duyguları başkalarıyla taşıyabilmekle güçlenir.
Birinin “buradayım”  diyen varlığı, tek başına kalma zorunluluğundan çok daha iyileştiricidir.


Kendi Duygularımızla Temas Etmek


Sınır koymak yalnızca karşımızdakini değil, kendi duygusal süreçlerimizi de ilgilendirir.
Birinin öfkesi karşısında ne hissettiğimiz, yakınlık isteğine nasıl yanıt verdiğimiz, mesafeden neden rahatsız olduğumuz; tüm bunlar kendi geçmişimizle ilgilidir.


Kendi duygularımızı tanıdığımızda, başkalarının duygularına da daha net alan açabiliriz.
Bu da hem kişisel hem ilişkisel dayanıklılığın temelidir.


Sonuç: Bağ ve Sınır Yan Yana Yürür


Sınır koymak, ilişkide güveni, saygıyı ve duygusal bağı korumanın bir yoludur.
Duygulara eşlik eden, ilişkiyi koparmayan, güvenli bir çerçeve sunan sınırlar; hem ilişkiyi besler hem de dayanıklılığı güçlendirir.


Çünkü dayanıklılık, yalnızca güçlü durabilmek değil;
zor duyguları birlikte taşıyabilmektir.

Navia Psikoloji
#Ebeveynlik #Nesne İlişkileri #Politik Psikoloji #Psikanaliz
Güç, Hiyerarşi ve Sorumluluğun İnşası

Ebeveynlikten politikaya, ilişkisel yapılar üzerine bir düşünme denemesi


Gücün Sessiz Coğrafyası: İlişkilerde Görünmeyen Yerleşimler

Ebeveynlikte, toplumsal ilişkilerde ve elbette politikada “güç” kavramını derinlemesine anlamak büyük önem taşır. Gücün nasıl konumlandığı, hiyerarşi, nesiller arası farklar, sınırlar ve engellemelerle yakından ilişkilidir. Hem ebeveynler hem de devletler, hiyerarşik yapıda çocuklara ve halka göre üst konumda yer alırlar. Bu konum, doğası gereği bir sorumluluk taşır. Ancak güçle birlikte gelen bu sorumluluk, kimi zaman kötüye kullanılma ya da istismar edilme riski de taşır. Gücü elinde bulunduran, yani hiyerarşik olarak “yukarıda” olan kişi ya da kurumların gücü istismar etmesi daha kolay fark edilebilir, hatta öngörülebilir olabilir. Fakat “aşağıda” bulunan grupların gücü nasıl ve ne şekilde istismar edebileceği daha karmaşıktır ve ayrıca düşünülmeyi gerektirir. Ancak burada da dikkat edilmesi gereken, bu istismarın çoğu zaman yine yukarının rolüyle, ihmaliyle veya yönlendirmesiyle şekillendiğidir. Hiyerarşinin hiçbir katmanı diğerinden tamamen bağımsız değildir.


Sınırın Ontolojisi: Bireysel Gelişimde Engellemenin Rolü

Örneğin çocukların her isteğinin yerine getirilmemesi, zaman zaman sınırlarla ve engellemelerle karşılaşmaları bir gerekliliktir. Bu, onların ruhsal gelişimi kadar toplumsal uyumları açısından da elzemdir. Ancak bazı ebeveynler, çocuklarının tüm arzularını karşılamaya çalışarak onları sınırlandırmak yerine, bir fantezi dünyasına hapseder. Bu noktada ebeveyn çocuğa yalnızca bir rol değil, aynı zamanda kendi güçsüzlüğünün de bir yansımasını verir.

 

Yönsüz Gücün Krizi: İçsel Otoritenin Dağılması

Tıpkı kendi gücünün yönünü ve niteliğini sorgulamayan bir politikacının veya kendini diğerlerinden hiyerarşik olarak üst pozisyonda gören bir grup insanın zamanla hem topluma, hem dünyaya, hem de kendisine zarar vermesi gibi, ebeveynin de çocuğuyla kurduğu ilişkide yön tayin edememesi, arzularla gerçeklik arasında bir mesafe inşa edememesi benzer bir çıkmaza yol açar .Bu durumda çocuk, yalnızca ebeveynin doyum arayışının sahnesine dönüşmez; aynı zamanda ebeveyn de kendi konumunun ağırlığını taşıyamaz hale gelir. Gücü yönetemeyen, ona biçim veremeyen kişi zamanla kendi içsel otoritesinden de uzaklaşır. Böylece istismar yalnızca karşıdakine değil, gücün taşıyıcısına da yönelir — fark edilmeyen, dağınık ama derin bir kayıpla.


Sonuç: Gücü Taşımak, Sınırı Kurgulamak

Hiçbir hiyerarşi tek yönlü işlemez. Aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya akan bir etkileşim içinde, güç her zaman şekillenir. Asıl mesele, bu şekillenmenin ne kadar bilinçli olduğudur.